Son on yılında Prof. Dr. Curt Kosswig


Kosswig’in danışmanlığında yaptığım doktoramın tez savunmasından bir gün önce evine gittim. Heyecanla “Baba, yarın saat 14.00’de sınava giriyorum, umarım seni mahcup etmem” dedim. “Bak oğlum, yarın saat 14.00’de hem bir çaydanlık su kaynatacağım, hem de Bebek’de güzel bir balık lokantasında iki kişilik rezervasyon yaptıracağım. Eğer sınavdan pekiyi almazsan, kafandan aşağı kaynar su dökeceğim; eğer pekiyi alırsan, birlikte balık yiyerek kutlayacağız, haydi göreyim seni!” dedi
ve alnımdan öptü.

 Prof. Dr. Nihat Aktaç
Trakya Ünv. Eğitim Fakültesi Dekanı

 

En son doktorantı (danışman olunan doktora öğrencisi) ve kendi ifadesiyle “bilimsel oğlu” olmakla her zaman onur duyduğum hocam Prof. Dr. Curt Kosswig’le birlikte geçirdiğim son 10 yılında, Türkiye’de yaşadığı 44 yıl boyunca, üniversiteleşmeye, üniversitelerin eğitim-öğretim ve bilimsel çalışmalarına, doktorant-danışman ilişkilerine, Türkiye’ye, Anadolu insanına, Türkçe’ye, çok sevdiği İstanbul’a ve özellikle Bebek’e bakış açısını defalarca dinleme, öğrenme ve yeri geldiğinde tartışma imkânı buldum. Doktora çalışmalarım sırasında ve sonrasında hem İstanbul Bebek’deki evinde, hem de vefatından önceki son altı ayda, Almanya Hamburg Schiffdorf’daki evinde, sıklıkla sohbetlerde, zaman zaman da dikte ettirdiği anılarında değindiği olaylar, bir anı yazısının sayfalarına sığamayacak kadar çok ve ilginçti. Dolayısıyla bu yazımda üniversite sayısı 80’i aşmış ülkemizde, akademik kariyerin başlangıç aşaması olan doktora çalışmaları sırasında doktorant - danışman ilişkilerinin nasıl olması gerektiği konusundaki yaklaşımlarını yansıtmaya çalışacağım.

Doktorayla başlayan karınca uzmanlığı
Hocam Prof. Dr. Curt Kosswig [baba - papa] , 1969-1971 yılları arasında Erzurum Üniversitesi’nde konuk profesör olarak çalışmaktaydı ve İstanbul’a yeni dönmüştü. O sıralarda ben İstanbul Üniversitesi Zooloji Kürsüsü’nde asistandım ve çok sevdiğim rahmetli hocam Prof. Dr. Fazıla Şevket Giz ile doktora çalışmalarıma başlamıştım. Ancak Fazıla Hanım emekliye ayrıldı ve sağlığı el vermediği için çalışmalarımıza devam etme imkânı olmadı. Ya doktorayı bırakacaktım, ya da Zooloji Kürsüsü’ndeki hocalarımdan biri tezimi devam ettirecekti. İkisi de olmadı. Kürsüde tezimi devam ettirecek hoca çıkmadı. Ancak Kosswig’e teklif edeceklerini söylediler. Bir gün laboratuvarda çalışırken kürsü başkanının odasına çağrıldım. İçeri girdiğimde, bütün hocalarımı oturuyor gördüm. Bu arada masada tüm heybetiyle Kosswig vardı. Titremeye başlamıştım. Kosswig’i sadece kitaplarından tanıyordum. Kapı eşiğinde bir tabureye iliştim. “İşte bizim Karaoğlan bu” diyerek beni tanıştırdılar. Kürsüdeki hocalarım aralarında, Kosswig’in bana yaptıracağı doktora konusunu tartışıyordu. Her biri sırasıyla bir hayvan grubu öneriyor, ama her defasında bir pürüz çıkarıyor ya da bence pek de geçerli olmayan bilimsel gerekçelerle karar veremiyorlardı.

Kosswig ve ben sadece dinliyorduk. Birden elini masaya şiddetle vurdu. “Hanımlar bu doktorayı kim yapacak? Neden kendisine hangi grubu çalışmak istediğini sormuyorsunuz?” dedi ve bana dönerek “Oğlum sen hangi grubu çalışmak istiyorsun?” diye sordu. Kendisine teşekkür ettim. “Hocam, tartışılan konuların hiçbirinden şu anda tez konusu belirleyecek durumda ve bilgi düzeyinde değilim, beraber çalışacağımıza göre tez konusunu sizin takdirinize bırakıyorum” dedim. Bana, “Karıncaları tanıyor musun?” diye sordu. Ben de üniversite ikinci sınıfta, omurgasız hayvanlar dersinde öğrendiğim kadarıyla tanıdığımı söyledim. “Ama üç çift bacakları olduğunu biliyorsun değil mi?” dedi. “Evet hocam, biliyorum” dedim. “O halde başla” dedi. Konum belli olmuştu. Gerçek bir bilim adamı için, bir hayvan grubu üzerinde doktorayı başlatmakta, öğrencinin o grubun üç çift bacağı olduğunu bilmesi yetmişti. Sonradan öğrendiğim kadarıyla, o zamana kadar Türkiye’de kimse karıncalarla çalışmamıştı.

Kosswig’in Anadolu’ya yaptığı bilimsel geziler sırasında topladığı çok sayıda karınca materyali vardı. Bu materyalin bir kısmını tayin için İngiltere British Museum’a göndermişti. Materyalin az bir kısmı yayımlanmış, ancak büyük bir kısmı henüz çalışılmamıştı. Materyalin tümünü bana verdi ve karıncaların üç çift bacağı olduğunu bilerek başladığım doktoramı, 1976’da bitirdim. Hâlâ karıncalarla çalışıyorum. Karıncalarla ilgili çok sayıda yükseklisans ve doktora tezi yaptırdım. Yurtiçi ve yurtdışı projeler, bilimsel yayınlar yaptım. Bilim dünyasına yeni karınca türleri kazandırdım ve kazandırmaya devam edeceğimi de ümit etmekteyim.

“Bilimsel oğlunuz olabilir miyim?”
Farklı bölgelerdeki ilk arazi çalışmalarımın hemen hepsine baba katıldı. Bana çalışacağım habitatları ayrıntılarıyla tanıtıyordu. Yaşı ilerlediği ve eğilip kalkmakta güçlük çektiği için büyük bir taşı kaldırması gerektiğinde önce yere oturur, sonra ayaklarıyla taşı iterdi. Taş altından çıkan ister omurgasız, ister omurgalı hayvan olsun; mutlaka o hayvanın yaşamıyla ilgili ilginç şeyler anlatır, materyali sonra tüp ya da muhafaza kutusuna alırdı. Bir ağacın altında verdiğimiz mola sırasında, kendisine tanıştığımız zamana kadar geçen süreci kısaca özetleme fırsatı bulmuştum. Bir ara, “Baba, umarım artık sen beni bırakmazsın ve bilimsel oğlun olarak kabul edersin” dedim. Yüzüme baktı ve “Dur bakalım, sen henüz doğmadın, haydi kalk çalış kerata” dedi. Çok sevinmiştim, o kadar da heyecanlanmıştım. Acaba doğabilecek miydim?

Baba kış aylarını Hamburg’daki evinde, yaz aylarını ise İstanbul’da Bebek İnşirah Sokak, 32 numarada, Boğaz’a bakan doğa harikası evinde geçirmeye başlamıştı. Sıklıkla evine gider, daha ilk ziyaretimde bana dikte ettirdiği doktora planıyla ilgili gelişmeler ve verdiği ev ödevleri konusunda kendisini bilgilendirirdim. Bu ziyaretler kuşkusuz Hamburg dönüşü daha sık olurdu. Her defasında Boğaz’a bakan, erguvan ağaçlarıyla çevrili balkonunda otururduk. Denizi yalayarak uçan deniz kırlangıçlarını seyretmekten ve balkonda rakı içmekten çok büyük zevk alırdı. Çalışma aralarında bana, eski Türkçe kelimelerin yerine günümüz Türkçe’sinde kullanılan kelimeleri sorar, tartışır; günceli çok iyi takip ederdi. Zaman zaman bana dikte ettirdiği Türkiye anılarında, kullandığı eski kelimeyi hemen düzelttirir, “Siz şimdi böyle diyorsunuz, değil mi?” der, günümüzdeki karşılığını bulunca çok sevinirdi.

Ya baştan aşağı kaynar su, ya rakı-balık keyfi
Evinde defalarca yaptığı katkı ve düzeltmelerden sonra doktoram nihayet bitmiş ve tez savunma aşamasına gelmiştim. Savunmadan bir gün önce randevu aldım ve evine gittim. Heyecanla “Baba, yarın saat 14.00’de sınava giriyorum (2), umarım seni mahcup etmem” dedim. “Bak oğlum,” dedi. “Yarın saat 14.00’de hem bir çaydanlık su kaynatacağım, hem de Bebek’de güzel bir balık lokantasında iki kişilik rezervasyon yaptıracağım. Eğer sınavdan pekiyi almazsan, kafandan aşağı kaynar su dökeceğim; eğer pekiyi alırsan, birlikte balık yiyerek kutlayacağız, haydi göreyim seni!” dedi ve alnımdan öptü. O heyecan ve moralle ben sınavdan pekiyi almıştım. Sınav sonucunu öğrenir öğrenmez kendisine telefon ettim. “Baba, balık yemeye gidiyoruz” dedim. Çok sevinmişti. Eve geldiğimde çaydanlığı sordum, “Gerek kalmadı” dedi. Hayatım boyunca unutamayacağım ve en çok gururlandığım gündü.

Kosswig’le aynı evde
Doktoram bitmişti, 1750 sayılı eski üniversite yasasına göre, bir yıl süre ile bilgi ve görgümü arttırmak üzere yurtdışına gitme sıram gelmişti. Araştırma konumun özelliği nedeniyle, Avrupa müzelerinde yer alan grubumla ilgili bilimsel koleksiyonları görmek üzere Avrupa’ya gitmem gerekiyordu. Baba, bana diğer müzeleri gezebilmek için merkez olarak Hamburg’u seçebileceğimi söylemiş, evinde birlikte kalabileceğimiz teklifinde bulunmuştu. Benim için bulunmaz bir fırsattı: Hamburg’da, babalı günler başlamıştı.

Baba akşamları 20.00’de yatar, 23.30-24.00’de uyanır, doğru mutfağa kahve içmeye giderdi. O saatlerde ben odamda ders çalışmakta olurdum. Bilerek yaptığına inandığım bir-iki takırtı sonrası, hemen mutfağa koşardım. “Vay kerata, sen hâlâ uyumadın mı? Hadi gel, kahve içelim” derdi. Kahve molası bazen gece 02.00-03.00’ü bulurdu. Bu molalarda, Türkiye’de geçen 44 yılından zaman zaman kesitler anlatır ve özeleştiride bulunurdu. İleriye yönelik biz gençlerden beklentilerini bitmez tükenmez bir enerjiyle yinelerdi.

Baba-oğulluğun işareti ve ilanı
Yeni yıla birlikte Hamburg’daki evinde girmiştik. Baba Aralık ayında aldığı ikramiyeyi yılbaşında kendisini ziyarete gelen oğulları, gelinleri ve torunlarına dağıtırdı. Odama geldi ve bana bir zarf verdi. Zarfın üzerinde adım, soyadım ve adres olarak da “evde” ibaresi yazılıydı. “Baba bu nedir?” diye sordum. Bu da senin yılbaşı hediyen, diğer oğullarıma ne verdiysem sana da aynısı, sen de benim oğlumsun” dedi. Teşekkür ettim, zarfı açtım. Zarfın içinde Almanya koşulları ve bir doktora sonrası öğrencisi için hatırı sayılır miktarda para vardı. Bu paranın bir kısmıyla çok kaliteli bir arazi ayakkabısı almıştım. O ayakkabıyı hâlâ eskitemedim, hâlâ arazide kullanıyorum ve giydikçe de babayı hatırlıyorum.

Hamburg’da bulunduğum sürede Hamburg Üniversitesi Zooloji Enstitüsü’nde çalışıyordum. Enstitüye ilk gittiğim gün benimle geldi. Beni enstitüdeki meslektaşlarıyla tanıştırdı. Kendisine “Sayın hocam, böyle kara bir oğlunuz var mıydı?” diye sorduklarında, “Bu benim sonuncu oğlum” demişti. İşte o zaman doğduğumu, o günden sonra işimin ne kadar zor olduğunu ve yüklendiğim sorumluluğun önemini daha iyi anlamıştım.

Enstitüde geçen günlerimde, çoğunlukla müzede çalışıyordum. Müzede babanın Anadolu’nun çeşitli yerlerinden topladığı böcek örnekleri vardı. Tabii karınca örnekleri de vardı. Örneklerin bir kısmı maalesef bilimsel koleksiyon koşullarına göre iyi durumda değildi. Aynı zamanda tanımlamalar da kimi yanlışlar vardı. Durumu enstitü müdürüne anlattığımda, inanmak istemedi; daha doğrusu inanmadı. Koleksiyon kutularını getirip kendisine gösterdim ve arzu ederse, materyali temizleyip tanımları düzeltebileceğimi söyledim. Tanımlarda bir hata olamayacağını ısrarla belirtince, ben de üstelemedim. Moralim çok bozulmuştu. Bir taraftan müzenin teknik sorumlusu azar işitmişti, diğer taraftan tanımlar konusunda müze müdürüne güven verememiştim! Akşam eve geldiğimde, baba salonda kitap okuyordu. Beni görünce “Geldin mi oğlum? Ne oldu, dudağını niye sarkıttın?” dedi, durumu anlattım. Artık Hamburg Müzesi’nde çalışmak ve materyali değerlendirmek istemediğimi söyledim. Bana çok kızdı. “Bu ne biçim anlayış, sen uzman değil misin? Neden ısrar etmedin? Neden hemen demoralize oluyorsun? Neden onu ikna etmedin?” diyerek, beni adeta soru yağmuruna tuttu. İzin istedim, odama çekildim. Ertesi gün enstitüye gidememiştim. Daha sonraki gün enstitüye gittiğimde, enstitü müdürü beni odasına çağırdı. Materyali temizleyebileceğimi ve tanımları kontrol edebileceğimi söyledi. Anlaşılan baba, bir gün önce enstitüye uğramıştı. Teşekkür ettim ve çalışmaya başladım. O günlerde 2547 sayılı üniversite yasası yeni çıkmıştı. Doçentlik sınavına girebilmek ve 1750 sayılı yasadan doğan haklarımı kullanabilmek için ivedi olarak İstanbul Üniversitesi’ne dönmem gerekiyordu ve döndüm. Dönerken başlangıçta kontrolüne izin vermedikleri materyali paketleyip benimle İstanbul’a gönderdiler ve tanımları İstanbul’da tamamlayıp müzeye iade ettim. Teşekkürler baba…

“Boğazsız” rakının tadı mı olur?
Hamburg’a giderken eşim Prof. Dr. Tülin Aktaç, oğlumuza hamileydi. Oğlumuzun doğumunda eşimim yanında olamamıştım. Çalışmalarım çok yoğundu, doğumda bulunamadığım için çok üzgündüm. Doğumdan bir ay sonra baba, gelini Erika ile birlikte İstanbul’a gitmişti. Biz o zaman Fındıkzade’de beş katlı bir evin dördüncü katında oturuyorduk. Baba, Erika ile birlikte Bebek’ten Fındıkzade’ye gelerek evimize uğramış, eşimi tebrik etmiş, geleneklerimize göre altın takmıştı. Hamburg’a döndüğünde, bana uzun uzun oğlumu anlattı, Erika’nın çektiği resimleri de hediye etti. Çok heyecanlanmıştım. Günlerden cumartesi idi. Televizyonda 15 dakikalık Türkçe müzik programı vardı. Birden “Baba, bugün rakı içelim mi?” diye sordum. “Olmaz, meze yok” dedi. Israrla Altona’da beyaz peynir ve kavun gördüğümü, hemen gidip alabileceğimi söyledim. Güldü. “Oğlum, neden anlamıyorsun? Burada Boğaz yok, burada rakının tadı olmaz” dedi. Gerçekten de baba Hamburg’da hiç rakı içmiyordu. İstanbul ve Bebeğe olan tutkusunu bir kez daha anlamıştım.

Avrupa’da geçecek bir yıllık iznimin yedinci ayında, İstanbul’a dönmek zorunda kaldım. Döndükten bir ay sonra da, babayı kaybettim. Anlatacak o kadar çok anı var ki, umarım bir başka sefere… Babayı bir kez daha rahmetle anıyorum. Hiç unutmadım ve unutmayacağım.

E-posta: nihata@trakya.edu.tr

 

DİPNOTLAR
Prof. Dr. Curt Kosswig’le çalışmaya başladıktan sonra, ona hiç “Hocam” diye hitap etmedim. Her zaman Almanca’da olduğu gibi “papa” ya da bizdeki gibi “baba” diye hitap ettim. O da beni hep “oğlum” diye çağırdı.
Prof. Dr. Curt Kosswig, emeritüs (memuriyet unvanını koruyan emekli profesör) olduğu için prosedür gereği, tez savunma sınavımda bulunamamıştı.